30 Mayıs 2008 Cuma

Akdeniz Salatası

Malzemeler :
1 paket akdeniz yeşilliği (endivyen, maskolin, lollorosso)
1/2 demet roka
kiraz domates
Hellim peyniri ya da herhangi bir beyaz peynir
limon ya da balzamik sirke
zeytinyağı
tuz-karabiber
Yapılışı :
Yeşillikler iyice yıkanıp, kurulanır. Salata tabağına yerleştirilen yeşilliklerin üzerine ikiye bölünmüş kiraz domates ve küp küp kesilmiş peynirler konulur. Bir kasede limon suyu, zeytinyağı, tuz karabiber çırpılıp salatanın üzerine gezdirilir.
Afiyet olsun

29 Mayıs 2008 Perşembe

Patlıcanlı Şaşlık




Malzemeler
2 orta boy patlıcan
3-4 adet patates
2 adet domates
1-2 adet yeşil biber,
maydanoz
soğan
tuz, karabiber, nane, kekik (v.b.)
Patateslerin kabuklarını soyduktan sonra halka halka, birazda kalınca doğrayıp yağda kızartalım. (Çok fazla kızarmasına gerek yok.) Havlu peçetenin üzerine kızarttığımız patatesleri alıp, yağlarını çekmesini bekleyelim. Aynı şekilde patlıcanları soyup, halka halka doğrayıp, tuzlu suda biraz bekletelim. Suyunu kağıt havlu ile alıp yağda kızartalım. Yine yağlarını kağıt havlu ile alalım. Hazırladığımız köfte harcından patlıcanların boylarını geçmeyecek köfteler hazırlayalım. Belirli düzen içinde patlıcanı, köfteyi, domatesi, patatesi ve biberi sırayla şişe takalım. Tepsiye dizdiğimiz bu şişlere, salça ve su ile hazırladığımız (yağ koymuyoruz, kızartmaların yağı yeterli geliyor) sosumuzu dökerek önceden ısıtılmış 180-200 derecelik fırınımıza sürelim.
(Not: Bu yemeğin isim hakkı kızım Gökçe Nur'a aittir. :) )
Afiyet olsun.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Gümüş Kaselerde Mantar Sote






Annem Uzakta olduğu için bir süredir görüşemiyoruz. Onun yaptığı lezzetli mantar yemeklerini çok özledim. Bende anneciğime ithafen bu yemeği sizlerle paylaşıyor, tüm annelerin yanaklarından öpüyorum.
Bu tarifle de http://lamamutfakta.blogspot.com/ 'un düzenlediği "Anne yemekleri" etkinliğine katılıyor, ev sahibine kolaylıklar diliyoruz.
350-400 gram mantar
300 gram kıyma
3 adet sivri biber
2 adet soğan
2 yemek kaşığı salça
sıvı yağ, tuz, karabiber
Soğanları küp küp doğrayıp pembeleşinceye kadar soteleyelim. Sivri biberleri ince ince kıyıp, soğanla beraber kavuralım. Kıymayı ilave ettikten sonra bir süre de kıymayı pişirelim, salça ile iyice karıştıralım. Yıkadığımız mantarları bir süre limonlu suda bekletip çok küçültmeden iki yada üçe bölelim ve harcımıza karıştıralım. Tuzunu baharatını ilave edelim. Kendi suyunu salıp, suyunu çektikten sonra kase şeklinde hazırladığımız alimünyum folyoların içine dökelim. Üzerine hazırladığımız beşamel sosu ve kaşar rendesini ilave edip önceden ısıttığımız 180 derecelik fırında kaşarlar eriyip hafif kızarıncaya kadar pişirelim. (Beşamel sosunu kendi isteğinize göre az veya çok hazırlayıp ilave edebilir veya hiç kullanmayabilirsiniz.)
Alimünyum folyoları büyük bir kase içine oturtup kasenin şeklini almasını sağladıktan sonra tepsiye dizebilirsiniz. İsterseniz büyük bir servis tabağını kullanarak folyoları yuvarlak kesip kase şeklini verebilirsiniz. (Arkadaşım Ayşegül'ün önerdiği bir yöntemdi. Umarım sizlerde beğenirsiniz)
Afiyet Olsun..


Poğaçalar



Bu tarifi Ufuk’ dan aldım. Çatlak çöreklerimiz http://papatya68.blogcu.com da düzenlenen poğaça ye etkinliğine gönderilmiştir.
Malzemeler :
250 gr margarin(erimiş )
1 çay bardağı zeytinyağı
1 su bardağı yoğurt
½ kahve fincanı sirke
Tuz
1 kahve fincanı soda
1 kabartma tozu*1 yumurta
Aldığı kadar un
İçine, kaşar, sucuk veya dilediğiniz bir iç malzemesi.
Hazırlanışı;
Tüm malzemeyi yoğurarak kulak memesi yumuşaklığında hamur yapın.Hazırladığınız hamuru streç folyoya sarıp, 1 gece buzdolabında bekletin. Cevizden birazca büyük bezeler koparıp, merdaneyle çay tabağı büyüklüğünde açın. İçine ufak ufak doğradığınız iç malzemesinden koyup, hamuru yuvarlayın.yağlı kağıt serili fırın tepsisine aralıklarla yerleştirin ve üstlerine yumurta sarısı sürün. Poğaçaların üstüne bıçakla ortadan çarpı işareti şeklinde çizik atın. Önceden 180 derecede ısıtılmış fırında kızarıncaya kadar pişirin.
Afiyet olsun.

Tavuk Salatası


Oktay Usta’ya teşekkürler.
Tavuk Salatası

Malzemeler :
1 adet haşlanmış orta boy tavuk göğsü
4 adet kornişon turşusu
2 çorba kaşığı taze mısır
2 çorba kaşığı haşlanmış bezelye
6 adet biberli yeşil zeytin
2 adet közlenmiş kırmızı biber
1 tutam maydanoz varsa biraz fesleğen
1 adet limon
4 çorba kaşığı zeytinyağı veya sıvıyağ
Tuz-karabiber

Yapılışı :
Tavuk göğsü haşlanır. Soğuyunca kemiklerinden ayrılıp, küp küp doğranır. (Ben kuşbaşı tavuk alıp haşladım.) Tavuklar geniş bir karıştırma kabına alınıp, üzerine mısır ve haşlanmış bezelye dökülür. Közlenen biberler ve biberli zeytinler de minik minik doğranarak eklenir. Doğranmış maydanoz, varsa fesleğen, reyhan, kekik de ilave edilip, harmanlanır. Üzerine limon suyu, zeytinyağı, tuz ve karabiber katılır. İyice karıştırılıp servis yapılır. İsterseniz göbek salatası yaprakları içinde servis yapabilirsiniz.
Afiyet olsun.

Öğlen tatilinde Kısır Partisi :)

Ofisteki arkadaşlarla uzun zamandır kısır yapma hayalleri kuruyorduk. Dün gerçekleştirdik. Kısa sürede hazırlanması biraz yorucu oldu. Ama bu yorgunluğa da deydi doğrusu.


27 Mayıs 2008 Salı

Matbaadan, Kitap Raflarına

Matbaadan, Kitap Raflarına
Yazının bulunmasıyla, var olmaya başlamış atalarım. Kil Tabletler, Papirüs, Parşömen derken kağıt icat edilmiş ve bu icatla hayatımızın akışı değişmiş. Bir de matbaayı bulmuş insanoğlu. Artık adımız kitap olmuş, içimize sonsuz bilgiler sığdırılmış. Bu kısa girişten sonra, size beni buralara getiren maceralı bir yolculuktan bahsetmek istiyorum;

Fabrikada sıradan kağıt tomarları halinde beklediğim bir gün, beni aldılar ve üstüme bir sürü yazılar yazmaya başladılar. Her yazının sonunda birçok bilgiyi öğreniyordum. Açıkçası bu kadar bilgiyi taşımak bana gurur vermişti, ama akıbetimi de merak etmiyor değildim. Ne olacaktı bütün bu bilgiler, kimin işine yarayacaktı. Ben bunları düşünüp dururken, kendimi bir kitapçının tezgahında buldum. Bir sürü renkli kapakları olan kitapların yanına beni de koymuşlardı. Evet beni okuyacak bir meraklı bekliyordum. Çokta fazla beklemeye gerek kalmadan, bir üniversite öğrencisinin çantasına girmiştim bile. Yine bilmediğim bir mekana gidiyordum. Otobüsün içinde olduğumu, sevgili okurum beni çantasından çıkartıp sayfalarımı karıştırmaya başladığında anladım. Sahibimin sevimli bir yüzü vardı. İlgiyle bana bakıyor, bazı satırları gözden geçiriyordu. En büyük endişem bana hoyratça davranmasıydı. Ya yapraklarımı kıvırırsa, ya üstümü karalarsa. Bu düşünceler arasındayken, bir kitap ayracı çıkartıp rast gele bir sayfaya yerleştirdi. İşte dedim, sahibim bana asla zarar vermeyecek. Eve geldiğimizde çalışma masasındaki yerime kurulmuştum. Sahibim özellikle akşamları geldiğinde beni dikkatlice okuyor, kaldığı yeri kitap ayıracı ile belirleyip, yine özenle masasına bırakıyordu.
Ancak bu saltanatım fazla sürmedi. Sahibim beni son sayfama kadar okuduktan sonra, diğer okuduğu kitapların yanına, kitap rafına kaldırdı. Birden çok üzüldüğümü hissettim. Artık bir işe yaramayacak, burada sararıp solacak, kimseye faydalı olamayacaktım. Yanımdaki kitaplarda ümitsiz bir bekleyiş içindeydiler. Sık sık kütüphane denilen bir yerden bahsettiklerini duyuyordum. Ama hiç oralı olmuyordum. Ben burada hapis olmuş, sayfalarım açılmamak üzere kapanmıştı.
Güneşli güzel bir bahar sabahında sahibim elinde bir koliyle geldi ve yanımdaki kitaplarla beraber beni itina ile koliye koydu. Üzerimize sıkı bir bant yapıştırdığını, kolinin içinin kararmasından anladım. Sallana sallana bir yere gidiyorduk. Yoksa, yoksa bizi çöpe atmaya, daha da kötüsü yakmaya mı götürüyordu. Kolinin yanındaki küçük açıklık bana biraz ipucu veriyordu. Büyük bir binanın önüne gelmiştik. Yanımdakiler de benim gibi heyecandan titriyorlardı. Dar uzun bir koridordan geçtiğimizi görüyordum. Bir bürodan içeri girdik. Sahibim masasında oturan kişiye, kolinin içinde bulunan eserleri hediye etmek istediğini söylediğinde şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. İçimden mutluluktan dans etmek geldi. Yine işe yarayacak, başka bir insan tarafından okunacaktım. Kolinin bandı itinayla açıldı. Bizler masanın üstüne konulduk. Burası bir iş yeriydi ama neresi olduğunu tam anlayamamıştım. Yanımdaki usulca: “sanırım kütüphanedeyiz” dedi. Ben kütüphane nedir bilmiyorum ki.


Ofisteki görevli itinayla ve sırayla bizi incelemeye başladı. Eksik sayfalarımız var mı? Üstümüz fazla yazılıp çizilmiş mi? Kendi kütüphane politikalarına uygun olup olmadığımıza baktı. İçimizden birkaçını tekrar sahibime geri verdi. Neyse ki ben masanın üstünde sessiz ve heyecanlı bekleyişimi sürdürdüm. Sahibim yerinden kalktı. Üstünde iyi bir iş yapmış olmanın verdiği gurur vardı. Görevli, bu güzel bağışlar için teşekkür etti ve isminin bağışlayanlar listesinde yer alacağını söyledi. Sahibimin omuzları bir o kadar daha dikleşti. Kendiyle daha bir gurur duydu.

Etrafıma şöyle bir baktım. Bir çok kitap rafta bekliyordu. Ne olacaktı şimdi? Burada ne kadar kalacaktık? Bütün bu belirsizlikler canım çok sıkmıştı. Ama beklemekten başka elden de bir şey gelmiyordu ki. Neyse ki eski arkadaşlarım yanımdaydı. Kendimi yalnız hissetmiyordum. Birkaç gün sonra görevli bayan beni ve arkadaşlarımı masasının üstüne aldı. İç kapağıma ve sırtıma numaralardan oluşan bir etiket yapıştırdı. Hey dedim neler oluyor? Niye numaralanıyoruz? Sonradan öğrendim ki bu bizim kütüphaneye işleniş sıramızı belirten demirbaş numarasıymış. Hoşuma gitmişti. Sonra birkaç işlemden daha geçtik o ofiste. Bunlarda biri de güvenlik mekanizmasıymış. Buna ne gerek var dedim içimden. Kitaba kim zarar vermek isterdi ki. Sonradan duyduklarım aklımı kaçırmama sebep olacak cinstendi. Örneğin, beni kütüphaneden izinsiz almak isteyenler olabilirmiş. Bu benim can güvenliğim içinmiş. Daha birçok şey duydum ama bunları burada sıralamak mümkün değil. Bu işlemlerden sonra, metal bir arabaya, arkadaşlarımla beraber itinayla yerleştirildik. Bu serüven artık çok eğlenceli olmaya başlamıştı. Demirbaş numaralarım verilmiş, güvenliğim sağlanmış bir şekilde arabaya kurulmuştum. Bir kişi bizi asansöre bindirdi. Biraz hoyrat mı davranıyor ne? Hey yavaş olsana diye bağırdım. Asansörden indikten sonra, yine uzun bir koridoru geçtik. Bu kez başka bir katta, başka bir ofisteydik. İçeriye girdiğimde gözlerime inanamadım. Ne çok kitap var burada da. Bizi getiren görevli, yolculukta ki gibi davranmadı. Daha bir itinayla, diğer bekleyen kitapların yanına koydu bizi. Burada her şey sırasına göre yapılıyor. Onun için anladım ki ben de sıramı beklemeliyim. Neyse ki çok fazla beklemedim. Nazik bir el beni aldı. Masasının üstüne koydu. İnanamıyorum. Sayfalarımı boyuyorlar. Bazı sayfalarıma siyah mürekkepli bir yazı basıyorlar. Nakış gibi süslediler beni. ‘Kaşe işlemleri tamam’ dediklerinde, ancak ne olduğunu anlamıştım. Yeni imajım sayesinde çok havalı görünüyordum. Burada işim bittikten sonra, başka bir nazik el aldı beni. Yanında bulunan kitapların üstüne yerleştirdi. Üstü kitaplarla dolu bu masada bende yerimi keyifle almıştım. Yine sıramı bekliyordum. Acaba yeni sahibim bu kişimiydi. Merakla yüzüne baktım. Ama o hiç oralı olmadı. Başka bir arkadaşımı almış, inceleyip duruyordu. Anlaşılan şuan benimle ilgilenmeyecek. Birkaç saat sonra sıranın bana geldiğini anladım. Yeni sahibim beni eline almış, içindekiler sayfasını inceliyor, hangi bilgileri içerdiğimi anlamaya çalışıyordu. Ölçtü, biçti. Kafasında neler kurdu bilemem ama, yaptığı her işlemi bilgisayarına kaydetti. Sonra bir numara yazdı iç kapağıma. O numarayı da bilgisayarına kaydetti. Sonradan anlayacaktım bunun ne numarası olduğunu. Bir süre sonra beni de bilgisayara kaydettiği kitaplar arasına bıraktı.
Ne yani bütün işim bu muydu benim? Yalnızca bilgisayara bilgilerim yazılıp, bir kenara mı atılacaktım. Dur bakalım var bunda da bir iş dedim kendime. Ne kadar bu masanın üstünde beklediğimi hatırlamıyorum çünkü uyukluyordum. Birden yerimden sıçradım. Bu kez başka nazik bir el beni masasına taşıdı. Bilgisayarına demirbaş numaramı yazdığını gördüm. Sonra beyaz bir etiket çıkarttı. Masasının üstünde sırtına etiket yapışmış bir sürü kitap vardı. Çıkarttığı bu etiketin, benim iç kapağıma yazılan numaraların aynısı olduğunu anladım. Bu nedir şimdi böyle diye söyleniyordum ki; kısaca bunun benim adresim olduğunu söylediler. Artık yukarıda ki yerim belliymiş. Nerede, hangi kitabın yanında duracağım. Bu numara olmazsa yerim, yurdumda belli olmazmış. Şaşkınlıktan ağzım bir karış açık kaldı. Hadi etiketlediniz onu anladım da, bu bant ne oluyor ki. Onu da öğrendim hemen. Etiketim düşmesin, eskimesin diyeymiş. Anladım ki her şey benim iyiliğim için. Artık ağzım kulaklarımda bundan sonra olacakları bekliyorum. Bütün bu işlemlerden sonra etiketleri çıkartan görevli, başka bir yeri aradı telefonla. Biz ekip halinde yine metal arabaya konduk.

Arabada ne araba yani. Geniş, rahat. Hem de üç katlı. Bizi bu kata getiren bey, yine sallan, yuvarlan asansöre kadar götürdü. Of yine başka bir ofis. Hey arkadaşlar bu oyun ne zaman bitecek? Diye söylenirken yine nazikçe, metal bir makinenin önünden resmi geçit yaptık. Sıra bana geldiğinde makineden tık diye bir ses geldi. ‘Tamam’ dediler. İyi de tamam olan neydi ki. Yanımdaki arkadaşım ‘bu güvenlik kontrolü, asıl yerlerine gitmeden önce, her kitaba bu kontrolü yapıyorlar ki, güvenlik sistemi unutulmuş olmasın. İşi sağlama alıyorlar senin anlayacağın’ Neyse ki çok canımız yanmamıştı. Bantları yapıştırırken biraz zorlanmıştık ama bu işlem çabucak ve acısızca bitmişti. Yine arabaya doluştuk. Laf aramızda ben bu araba yolculuklarını çok sever olmuştum. Her binişimde farklı bir işlem için, farklı nazik ellere emanet ediliyorduk. Haydi bakalım şimdi sıra nerede? Meraktan çıldırmak üzereydim. Yine sallana yuvarlana asansöre geldik. Asansör üst katlara doğru yol almaya çalışırken, heyecandan yerimde duramıyordum. Asansör durdu ve biz yola koyulduk. Gözlerime inanamıyorum. Bu nedir böyle? Bir sürü sıra sıra raflar ve yüzlerce kitap. Hepsi asker düzeninde sıralanmış. İlk sahibimin beni aldığı kitap evinde bile bu kadar çok kitap yoktu. Yine dans etmek geldi içimden. Mutluluktan uçuyordum. Benimle beraber yanımdakilerde heyecandan duramıyorlardı. Arkadaşlarıma da çok alışmıştım, çok sevmiştim, iyi de anlaşmıştık birkaç gündür. Hele ilk günden beri yan yana durduğumuz edebiyat kitabı ne güzel şiirler okumuştu bize. Ama o da ne? Neden şimdi ayrı yerlere gidiyoruz ki? Arkadaşlarımın her biri başka raflarda, yabancı kitapların yanına konuyordu. Mutluluğum kısa mı sürecek ne? Bir türlü anlam verememiştim neden ayrıldığımıza. Bu kez adeta pamuk gibi bir el aldı beni eline. Sanki hoş geldiniz diyordu. Her birimize ayrı ayrı sevecenlikle bakarak. Ama olsun. Yine de kızgınım ben. Beni nasıl ayırırlar ki arkadaşlarımdan. Neyse dedim bu işte de vardır bir hayır. Rafların arasında geçerek orta sıralardan bir yere geldik.
Pamuk elli görevli etiketimdeki numaramı itinayla birkaç kez kontrol etti. Ve beni tanımadığım kitapların arasına yerleştirdi. Yine öğrendim ki her kitap, konusuna göre raflara diziliyormuş. Sırtımıza yapıştırılan etiket numarasının sırrı da burada saklıymış. Düşündüm de ne kadar doğru bir karar. Ben bir tarih kitabıyım. Matematik kitaplarının arasında olsaydım, ne kadar çok canım sıkılırdı. Ne konuşurdum ki onlarla; trigonometri mi, geometri mi? Yok yok böylesi bence daha iyi. Etrafıma bakındım. Sağımdaki ve solumdakiler beni ne kadar da muhabbetle karşılamışlardı. İşte dedim artık bundan sonra yeni evim, yeni ailem burası. Peki ama burada böyle asker gibi sıralı durup ne yapacağız ki. Çok geçmeden onu da anlamıştım. Ben ömrüm olduğu sürece, beni güzel kullandıkları, yıpratmadıkları sürece bu kütüphanede bilgiye, insanlığa hizmet edecektim. İşte işte geliyor temiz yüzlü bir okuyucum. Çok mutluyum çok. Ayten
08/2007

Porselen Demlik Çay Saati 24



Malzemeler:
250-300 gr. bakla
1 Adet soğan
1 demet dereotu
6-7 Adet orta boy patates
3 Adet havuç
5-6 kaşık yoğurt. (Sarımsaklı olarakta hazırlayabilirsiniz)
5 kaşık sıvı yağ
Baklalar yıkanıp, ayıklandıktan sonra, üzerine geçecek kadar su ilave edilir. Damak tadına göre tuz eklenir, yarım limon sıkılarak haşlanır. Tencereye 2-3 yemek kaşığı sıvı yağ konularak soğanlar pembeleştirilir. Haşlanmış bakla soğanlarla kavrulurak, tencerenin altını kapatmaya yakın istenildiği miktarda dereotu eklenir ve birkaç dakika daha ocakta bekletilir. Haşlanmış patateslerin kabukları soyularak rendelenir. Havuçlarda rendelenerek, çok az yağda kavrulur. Ilındıktan sonra patatesler ile karıştırılır. ince olarak kıyılmış dereotu, tuz ve yoğurt ile harmanlanır. Bir kek kalıbı kullanılarak alta baklalar yerleştirilir. Üstüne patatesler biraz bastırılarak dökülür. Büyükçe düz bir tabağa ters çevrilir. Üzeri garnitürle süslenir.
Afiyet olsun.

Porselen Demlik Çay Saati 24


Şeftali Kurabiye
Malzemeler :
250 gr. Un (2 su bardağı )
125 gr. Margarin (oda sıcaklığında)
100 gr pudra şekeri (yaklaşık 1 su bardağından bir parmak eksik)
½ paket vanilya
1 yumurta
1 limon kabuğu rendesi
Arasına sürmek için : marmelat
Üzerine : toz şeker Sarı, yeşil, kırmızı gıda boyası
Yapılışı :Hamur malzemeleri karıştırılır. Margarin bıçakla küçük küçük bölünerek malzemeyle özdeşleştirilir. Hamurdan yassılaştırmadan küçük küçük toplar yapılıp tepsiye aralıklı olarak dizilir. (Hamur kendisi yayılıp kurabiye şekli alıyor.) Üzeri beyaz kalacak şekilde pişirilir. Pişen kurabiyelerin altı bir bıçak yardımıyla biraz oyulur. Marmelat sürülerek diğer bir kurabiye ile birleştirilir. Bu işlem bitince; toz gıda boyaları ayrı ayrı kaselerde suyla karıştırılarak hazırlanır. (gıda boyaları çok kuvvetli olduğu için çok az damlatmak gerekiyor.) Birleştirilen kurabiyeler sırasıyla, sarıya, yeşile, kırmızıya batırılarak şeftali şeklinde boyanır. Kağıt havlu üzerine bırakılır. Sonra toz şekere bulanarak yaprakla süslenir.Afiyet olsun.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Sosyete Mantısı


Diyelim ki aceleniz var. Ama evdekiler tutturdu mantı da mantı. Hadi bakalım o zaman buyrun sosyete mantısına.
4 yufka
yarım kg kıyma
3 baş kuru soğan
1 tatlı kaşığı karabiber
1 tatlı kaşığı tuz
arzu edilirse 1 tatlı kaşığı pulbiber
2 kase sarımsaklı yoğurt
yarım çay bardağında kızdırılmış tatlı kırmızı toz biber
Soğan sıvı yağda pembeleştirilinceye kadar kavrulur, Kıyması ilave edilerek kıyma suyunu çekince, salçası ilave edilir. Salça iyice kıymaya yedirildikten sonra, baharatlar eklenir.
Yufkalar dörde bölünür. Üstüne yoğurt, yağ karışımı sürülerek, yufkanın yumuşak olması sağlanır. Uygun şekilde kıymalı sosumuz yufkanın üstüne dökülür. Uçları çok az katlanarak çok fazla sıkmadan sigara böreği şeklinde sarılır ve gül şekli verilir. Bütün yufkalar bu şekilde tepsiye dizilir. Üstüne arta kalan yoğurt - yağ sosu fırça yardımı ile sürülür. İsteğe bağlı olarak çöre otu serpilir. Önceden ısıtılmış 180 derecelik fırında kızartılır.
Çok az soğuduktan sonra servis tabaklarına alınan mantıların üzerine sarımsaklı yoğurt ilave edilip, kızdırılmış yağ ile kırmızı toz biber karışımından elde edilen sos gezdirilir. Nane ve yine isteğe bağlı olarak kırmızı pul biber ile süslenerek servis yapılır.
Afiyet olsun.





Yaşasın Pudingggggg


Bulgurlu Yeşil Mercimek Salatası

Bu tarifimizle http://www.deryadanlezzetler.com/ arkadaşımızın düzenlediği Ye # 34 Bulgur Etkinliğine katılıyoruz. Ev sahibine kolaylıklar dileriz.

Bulgurlu Yeşil Mercimek Salatası

Malzemeler :
1 su bardağı yeşil mercimek
1 su bardağı iri bulgur
4 adet yeşil soğan
1 adet haşlanmış havuç
1 tutam maydanoz
1 adet kırmızı biber
4 çorba kaşığı zeytinyağı
4 adet kornişon turşu
1 adet limon
Tuz, karabiber, pul biber

Yapılışı :
Bulgur üzerini bir parmak geçecek kadar sıcak su dökülerek kapalı bir kapta bekletilir. Yeşil mercimekler yıkanıp, 5 dk. Kaynatılır. Koyu renk suyu dökülüp tekrar su ilavesiyle taneleri kabuklarından ayrılmayacak şekilde haşlanır. Üzerine soğuk su dökülüp süzülmeye bırakılır.
Haşlanmış olan havuçlar ve biber küp küp doğranır. Yeşil soğan, maydanoz ve kornişon turşu da doğrandıktan sonra bütün malzeme bir kap içerisinde karıştırılır. Üzerine limon suyu ve zeytinyağı dökülür. Tuzu ve baharatları eklenip, hepsi beraber iki kaşıkla karıştırılarak harmanlanır. Tabağa yeşillikler yerleştirilip, üzerine hazırlanan salata dökülerek servis yapılır.

Afiyet olsun.



24 Mayıs 2008 Cumartesi

Ayten'in Gülen Omleti :)

Hafta sonu kahvaltılarının vazgeçilmezi, omlet. Ben, biraz da çocuklar için omleti neşeli hale getirdim.
4 Yumurta, iki kibrit kutusu kadar beyaz peynir, keyfinize göre kaşar peyniri (olmayabilir de), 2 adet orta boy domates, tuz, karabiber, nane.
(Vitamin değerini arttırmak için ben domates ilave ettim. Lezzeti mükemmel oldu. ) Omleti tarif etmeye gerek varmı bilmiyorum. Ama yine de kısaca anlatayım. Peynirleri rendeledikten sonra içine kabukları soyulmuş domateslerimizi küçük küçük küp şeklinde doğrayalım ve peynirlerle iyice karıştıralım. İçine dört adet yumurtayı kırıp, damak tadınıza göre tuzunu ve baharatlarını ekleyelim. İyice çırptıktan sonra, hafifçe yağlanmış (omlette bizim tercihimiz tereyağı) tavamızı kızdırdırtan sonra omletimizi dökelim. Tavamızın üstünü kapatıp, kısık ateşte pişirelim. Çocuklarınız varsa üstünü benim yaptığım gibi süsleyebilirsiniz. Hatta omletinize bir isim bile takabilirsiniz. :) Biz bu omlete Karagöz adını takmıştık.

Afiyet olsun.

23 Mayıs 2008 Cuma

Fasülye Diplemesi


1 Kg. Taze fasülye
2 Baş soğan
2 Adet domates
2 Yemek kaşığı tereyağı ve yarım çay bardağı sıvı yağ
1,5 su bardağı prinç.
1 tatlı kaşığı toz şeker
yeteri kadar tuz.

Yıkanıp, kenarları temizlenen fasülye 1-2 cm kalınlığında dilimlenir. Tencereye konulduktan sonra üstü örtülünceye kadar su ilave edilip haşlanır. Başka bir tencerede tereyağı-sıvı yağ karışımına soğanlar ince ince doğranarak pembeleştirilir. Kabukları soyulan domates küp şeklinde hazırlanarak soğanlarla karıştırılır. Rengini alan soğanlara taze fasülyeler suyu süzülerek alınıp, eklenir. Birkaç dakika soğanlarla beraber kavrulur. Şekeri ve tuzu ilave edilerek tencerenin kenarlarına doğru fasülyeler çekilir, orta kısmı çukurlaştırılır. Suda bekletilen prinçler tencerenin ortasına itina ile konulur. Üstü örtülünceye kadar sıcak su yavaşça, pirinçleri dağıtmadan ilave edilir, tuzu ayarlanarak kısık ateşte pişirilir. Demlendikten sonra fasülye ve pilav birbirine karıştırılmadan servis yapılır.
(Not: Ben taze fasülyeye birkaç diş sarımsak ekledim. Kokusu ve lezzeti güzel oldu)

Afiyet olsun.

La Lucina / Aşk Mutfağı

Sicilyalı kalabalık bir ailenin tek kızı olan Rosa Fiore'nin çocukluğundan beri tek sığınağı la Cucina, yani mutfaktır. Yemek yapmayı bir şölene dönüştüren Rosa, genç yaşta mükemmel bir aşçı olarak ünlenir çevresinde.
Bu büyük tutkusuyla yarışabilecek tek şey ise yakışıklı Bartolomeo'ya duyduğu aşktır. Ama bir gün genç adam korkunç bir cinayete kurban gider. Rosa'nın gönül yarasını mutfağa kapanarak sarmaktan başka çaresi yoktur elbette. Hem de tek bir makarna, tek bir zeytin, tek bir tavuk kalmayana kadar!... Annesi bu gidişe son vermeye kalktığında ise hiç düşünmeden terk eder evi. Bir elinde bavulu, bir elinde papağanıyla Palermo'ya kaçan Rosa, uzun yıllar boyunca gündüzleri kütüphade çalışarak, geceleri minik mutfağında binbir çeşit yemek yaparak yaşar yalnızlığını; yalnızlığı doyurmanın imkansız olduğunu bile bile.. ve bir gün yeniden aşık olur; tabii yine birbirinden lezzetli yemeklerle yaşayacaktır mutluluğu...

70'lerde Çocuk, 80'lerde Genç olmak

Koşturan seneler… Sanki arkasından biri kovalıyor .. Belki kovalıyor da yakalayabilene aşkolsun. Hatırlıyorum da ilkokula başladığım yıllarda ağabeyimin uyduruk hesap makinesi ile, ki o zamanlar bana dünyanın en gelişmiş elektronik cihazı gibi gelirdi, 2000’li yıllarda kaç yaşımda olacağımı hesaplardım. Belki bunu birçoğumuz da yapmışızdır. O zamanlar bana çok uzak gelen, hesapladığımda gözlerime inanamadığım rakamlar çıkardı karşıma. Ama 41 kere maşallah dediğimiz, 2010 yılına merdiven dayadığımız yıllar da geldi.. 1970’li yıllarda çocuk olmak, inanılmaz güzeldi. Dört tekerlekli patenlerin pek tanınmadığı bir zamanda, paten sahibi olmak ise ayrıcalıklıydı. Birçok kişi patenlerimle gezerken bana uzaydan gelmişim gibi bakar, yaşlılar şaşkın şaşkın gözlerini açar ve aynen şu ifadeyi kullanırlardı : “Biz düz yolda gidemiyoruz, şu çocuğun yaptığına bak. Ah ah zamane çocukları işte”. Zamane çocukları, bu kavram galiba hiç değişmiyor. Bizde şimdiki çocuklara zamane çocukları demiyor muyuz?
70’li yıllarda çocuk olmak. Sokaklarda geçen oyun dolu güzel saatler. Televizyonu olan evler mahallelinin uğrak yeriydi, çünkü herkesin evinde yoktu. Zaten televizyon izleme saatleri de kısıtlıydı. Akşam yedide açılan ekran, ilk zamanlar gece on’da daha sonrada on iki gibi kapanırdı hatırladığım. 110 voltluk şehir cereyanı, televizyonu çalıştırmaya yetmez, onun için televizyonun bağlandığı güç yükselticileri olurdu . Bazen görüntü kayar veya ekran kaybolursa evin en atletik yapılı ferdi, ya çatıya çıkar ya da balkona. Ta ki görüntü düzeltilinceye kadar anten sağa sola çevrilirdi. Dışarıdan bir ses; görüntü nasıl? El cevap: “daha kötü, daha da kötü”. Gece yarısı haberleri olan “Tele bakış” programı, spikerinin affına sığınarak, aramızda “kele bakış”a dönüşmüştü. İstiklal marşı kapanışta okunur, ancak o saate kadar çoktan uyku alemine geçmiş olurduk. Yalnızca hafta sonları o kadar saat oturmamıza izin verilirdi. Birde Salı günleri Türk sineması kuşağı ekranları şenlendirirdi. O zamanlar biz şanslı ailelerdendik. Siyah beyaz da olsa televizyonumuz vardı. Zaten renkli yayın da yoktu ki. Mahallenin hanımları, örgüsünü, dantelini, çoluğunu, çocuğunu kapar bize gelir, çaylar demlenir, çerezler hazırlanır, sinema saati beklenirdi. Ama filmin en heyecanlı yerinde film kesilir, necefli maşrapa pek bir süzülerek arzı endam ederdi ekranda.
Necefli maşrapadan gözlerini ayırmayan biz çocuklar neredeyse hipnoz durumuna gelirdik. Yayın kesilmese bile sık sık şehirde elektrik kesilirdi. İşte o an bittiğimiz andı. Bazen film esnasında rol gereği erkek aktör bayana sarılır, o zaman büyükler hemen çocukların gözlerini kapatırdı. Ne vardı ki bunda, niye gözlerimiz kapatılıyordu. Hep merak ederdik. Her akşam Adile Teyze tatlı sesiyle bize uykudan önce programını sunar, haydi kuzucuklarım sütünüzü için, doğru uykuya derdi. Derdi de kim dinlerdi. Pazar günleri seyrettiğimiz kovboy filmleri, oyunlarımıza ilham kaynağı olur, aynı gün yayınlanan meşhur Pazar Konserleri müzik dağarcığımıza renk katardı. Elimize aldığımız yamuk yumuk bir sopayla, başımızı da aşağı yukarı hızlı hızlı sallayarak, bir orkestra şefi edasıyla bizde hayalimizdeki orkestrayı yönetirdik.
Murat 124 taksiler o zamanların Mercedesleriydi. Arabası olan kişi herkesin gözünde zengin sayılır, itibarı bir o kadar artardı. Telefon ise devlet dairelerinde bile lüks eşyalar sınıfındaydı. Ticari taksiler damalı olur, şimdiki taksimetre yerine pazarlık usulü işlerdi. Şehirlerarası yolculuklar, sigara dumanından içerisinin görülmesi pekte mümkün olmayan 302 otobüslerle yapılırdı.
70’li yıllarda çocuk olmak bir ayrıcalıktı. Sokakta hava kararıncaya kadar tombik, istop oynar, hava kararınca saklambaça devam ederdik. Mahallemize elektrik direği dikildiğinde dünyalar bizim olmuş, oyun saatlerimiz biraz daha artmıştı. Annelerimizi çıldırtıncaya kadar sokakta kalırdık. Oyunlarımızda genellikle kız erkek ayırımı yoktu. Oyun hepimizin oyunuydu. Yolun kenarındaki toprak alan bilye oynamak için biçilmez kaftandı. Hepimizin özel bilyeleri olurdu. Büyük olan bilyeye kaflik derdik. Sakın sormayın anlamını hala bilmiyorum. Kaflik işte. Kuytu açılır bilyeler atılır, kuytuya ilk düşüren şanslı olur, diğer bilyeleri vurmaya çalışır. Camdan yapılmış, içi renkli mükemmel şeylerdi. Bilyeden sıkıldık mı, haydi çocuklar çizgiye. Hepimizin kaflikleri gibi özel çizgi taşları vardı. Mermerlerden kopmuş güzel kare kesimli, parlak çizgi taşları. Okuldan ödünç-aldığımız! Küçük tebeşirle itina ile çizgi çizilir, kimin birinci olacağı seçilir ve oyun başlardı.
Hadi ondan da mı sıkıldık. Getirin çocuklar topu, dizin taşları üst üste tombik oynayacağız. Biri arkadan bağırır: Menekşe mendilim düşe, bizden size kim düşe? O zaman anlardık tombikte bitmiş. Elbette bunlar bahar ve yaz eğlencelerimizdi. Kışlar ise bir başka güzel geçerdi. Kar yağdımı, mahallenin bütün çocukları kartopu savaşı yapar, en güzel kardan adam yarışması düzenlerdik. Bir keresinde feminist duygularımız kabarmış başında başörtüsü, üstünde şalı olan kardan kadın bile yapmıştık. Ne yazık ki kış günlerinde, okuldan arta kalan zamanlarımızı çoğunlukla evlerde geçirirdik. Evde oynanan oyunlar da sokaktakini aratmazdı. Kızların en büyük lüksü kağıt bebeklerdi. Şebnemler, Meltemler. Kağıt bebeklerin yine kağıttan kıyafetleri olurdu. Bizim öyle gerçek saçlı Barbie bebeklerimiz yoktu. Ama o kağıt bebeklerle inanılmaz keyif alarak oynardık. Kimimizin bebeği anne, kimimizin ki evin küçük kızı olurdu. Kıyafetleri değiştirirdik. Birde kartpostal toplama merakımız vardı. Renkli renkli.. Üç boyutlu olanların kenarından oynattınmı rengi ve şekli değişirdi. Onlar hepimizin en favori kartpostalıydı. Kemallettin Tuğcu romanları popüler romanlarımız, Jule Verne’in romanları ise vazgeçilmezler arasındaydı. Güliver’in maceralarıyla, Liliput ülkesine yolculuk ederdik. Kızlar Ayşegül serilerini okumaya bayılır, oğlanlar ise Tombiks, Teksas, Zagor karakterlerini kendilerine idol seçerlerdi. Okul zamanı geldimi daha bir heyecanlı olurdu herkes. Siyah önlüklerin üstüne takılan kocaman beyaz yakalar. Birinci sınıf kitaplarının başkahramanı Cin Ali ve Oya. Bu çöp kahramanlar, top atar, ip tutar, ordan oraya koşardı.

Teneffüslerde mahallenin fırınından yeni gelmiş çıtır simit ve Neşe gazozları enerjimizi bir kat daha arttırırdı. Okulumuzda kalorifer yoktu. İrice bir soba sınıfın ortasında durur, hademe, biz gelmeden sobamızı yakmış olurdu. Hatta bir keresinde bir arkadaşımız sobaya o kadar yaklaşmıştı ki önlüğü bir sene boyunca o günün hatırasını yaşatmıştı. Öyle her istediğimiz olmazdı bizim çocukken. İsteklerimizin haddi ve sırası vardı. Mesela ayakkabı okul açılmasına yakın, çoğunlukla da bayramlarda alınırdı. Hele o bayramlar. Ne güzeldi. Tanıdık tanımadık, herkesin evi dolaşılır, şekerler toplanır, paralar cüzdanlara itina ile konur. Eğer paralarımız lunapark için yeterli olduysa, doğru atlıkarıncaya gidilirdi. Yine bir bayram günü, yeni giysilerimizle oyun oynarken, salıncaktan kuş uçuşu yapıp, üstümü berbat ettiğim günü dün gibi hatırlıyorum da, eve gittikten sonra başıma neler geldi, bir türlü hatırlamıyorum.
1970’li yıllar. Mini eteğin, İspanyol paça pantolonun, epa topuk ayakkabının meşhur olduğu, Nilüfer’in romantik, Ajda Pekkan’ın ritmik şarkılarının dinlendiği, erkeklerin saçlarını uzattığı, annelerin ellerinde makasla dolaştığı yıllar. O zamanlar siyasette farklıydı. Mahallenin büyükleri gölgenin altına oturur, bir çekişme, bir kavga gürültü, ortalık toz duman olurdu. Çocuk aklımızla şaşar kalırdık bu konuşmalara. Manasız gözlerle bakar, tartışmaları saçma ve gereksiz bulurduk.. Ortalıkta büyüklerin söylediği bir cümle de kulaktan kulağa yayılmıştı o zamanlar. Ayşe tatile çıktı. Ne şanslıydı bu Ayşe Tatile çıkmıştı. Ama sonradan anladık ki bu ikinci Kıbrıs Barış Harekatı’nın parolasıydı. Birde kuyruklar olurdu. Yağ kuyruğu, tüp kuyruğu, olmadı un kuyruğu. Ben bu kuyrukları pek hatırlamıyorum, ama sık sık büyükler konuşurdu ve hala ara sıra konuşulur.

1980’li yıllar ise, artık çocukluktan çıkıp gençliğe geçildiği dönemdi bizler için. Gözler kalp kalp görmeye, kalpler güm güm atmaya başlamıştı o yıllarda. Ülkenin gidişatı hiçte iyi değildi. O karma karışık ortamda hayata tutunmaya çalışan bizler, yine de umutla bakıyorduk yarınlara. Ortaokula giderken, neredeyse ailem beni okuldan alıyordu. Okulumuzun kapısına konulan ses bombası herkesi korkutmuştu. Bir süre ağabeyimle okula gidip gelmiştim. Televizyonlarda gördüğümüz sağ sol kavgaları, yaralılar, coplar bile umudumuzu kıramadı. Hele ki şu meşhur Dallas dizisi, bırakın sağı, solu, mutfakta pişen yemekleri bile unuttururdu insanlara. Birçok kadın bu diziyi seyrederken yemeğin altını yakmıştı. Bizim komşu teyzemiz ise Ceyar’ın yaptığı kötülüklere dayanamayıp ekranın karşısında hakkın rahmetine kavuşmuştu.

1980’li yıllar .. Kartpostal koleksiyonu artık yerini Plak koleksiyonuna bırakmıştı. Müzik setleri neredeyse bir mutfak dolabı kadar büyüktü. Özel ağaç kaplama içine yerleştirilmiş, radyo ve pikap. Her gencin sahip olmak istediği bir eşyaydı. Adam olacak çocuk için yaşımız biraz büyük sayılırdı, ama yine de ilgiyle izler, Barış Manço’nun gittiği ülkeleri dikkatle takip ederdik. Kadife sesli sanatçı Julia Iglasias, çikolata renkli sanatçı Shirley Bessey TRT 3’te Sezen Cumhur Önal’ın programında yankı bulur, sinemalarda Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay furyası eserdi. Sene sonları okul kapanmadan yapılan okul çayları en büyük eğlencemizdi. Hepimiz büyük bir heyecanla o günün gelmesini bekler, kıyafetlerimizi özenle hazırlardık. Çaylarda yapılan dans, balon patlatma gibi yarışmaları hatırladıkça, o günlerin hoşluğu ile yüzüme bir tebessüm yayılır. 80’li yıllarda genç olmak demek Break Dans demekti. Birkaç arkadaş, teneffüslerde kendi yaptıkları müzik eşliğinde vak vak dansı da yaparlardı. Erovizyon Şarkı Yarışmasının en popüler olduğu yıllardı ve bu yarışmalardan birine katılan Çetin Alp, “İşte Opera şarkısı” ile gönüllerimize taht kurmuştu.! Chernobil faciasıyla çay hayatımız sekteye uğramış, ancak bir utanç abidesi olan Berlin duvarının yıkılmasıyla da özgürlük duygularımız kabarmıştı. Gorbaçov’un Rusya’sında yankılanan Glastnos ve perestroyka kavramlarını öğrenmiştik. Sinemalarda bisiklet üstünde uçan E.T. hepimizin gönlünde taht kurmuş, Boy George ile üçüncü cinsi tanımış, Duran Duran ile de pop dünyasına yelken açmıştık. Michael Jackson’ın Billy Jean’ı, toprağı bol olsun Laura Branigan’ın Self Control’ü gençliğin yeni kullanmaya başladığı Wolkmenlerde dinlenir olmuştu. Tom Cruse, Top Gun filmindeki rolüyle genç kızların sevgilisi, Kadir İnanır, ağır abi, Küçük Emrah acıların çocuğu olarak karşımıza çıkmıştı. Nuri Alço ve Şu meşhur lakabını söyleyemeyeceğim Coşkunu ise hatırlamadan geçmek olmaz. Hele Yaşar Alptekin’in o güzel dansları, Serpil Çakmaklı’nın tepeden hotozlu saçları nasıl unutulur.
O günlerde televizyonlar kumandalı değildi. Evin en küçüğü kumanda vazifesi görür, kocaman tuşları olan televizyonu büyük bir beceriyle yönetirdi. Beta ve VHS video kasetleri evler arasında gider gelir, sabahlara kadar acılı İbrahim Tatlıses filmleri izlenirdi. Hele yılbaşı akşamları. Herkes büyük bir sabırla gece yarısı olmasını bekler, her tarafı tüllerle kapatılmış Nesrin Topkapı’nın kıvrak dansları, evlerimize renk katar, beyler gözlerini fal taşı gibi açar, bayanlar ise kıskançlıkla ekranlara bakardı. Düzgün Türkçesi ile bizlere örnek olan, Türk sanat müziğini onun sesiyle dinleyip büyüdüğümüz Zeki Müren’de yeni yılımızı kutlar, eşsiz şarkılarıyla evimize güneş gibi doğardı. Avanak Avni’nin aptallığına, Porof. Zihni Sinir'in icatlarına kahkahalarla gülerdik. Haftanın magazin dedikodularını Hey dergisinden öğrenir, Ses dergisinin verdiği kocaman sanatçı posterleriyle de odamızın duvarlarını süsler, çoğunlukla büyükannemizin “tövbe, tövbe”lerine maruz kalırdık. O günlerde ekonomi nasıldı derseniz, ne yalan söyleyeyim Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, hesabı hala daha ödeyemedi.
Öğrencilik hayatım boyunca ilk kez, lisede üç kafadar okulu kırmaya kalkmıştık ama arkadaşımın ayağı yoldaki mazgala takılınca okulu kırmak yerine, ne yazık ki onun ayağını kırmıştık. Bunu nasıl başarmıştı hala anlayabilmiş değiliz. Bu ilk ve son denememizdi. Hoş okulu kırsaydık nereye gideceğimizi bile bilmiyorduk ki. Öyle Cafe kültürü gelişmemişti. Pastaneler vardı. Bir de komik olan, pastanelere gidip oturan kızlar pek hoş karşılanmazdı. Biz pastane yerine arkadaşımızın evine gitmek zorunda kalmıştık. İşin zor kısmı ise o saatte okul dışında ne aradığımızı arkadaşımın annesine izah etmemiz olmuştu. Kadıncağızı ikna edişimiz ise tiyatroculara bile taş çıkartacak cinstendi. Kısaca güzel, masum, mutlu yıllardı.
Bizim bilgisayarlarımız, cep telefonlarımız, mp3 çalarlarımız, belki birçoğumuzun kendisine ait odası bile yoktu. Ama çocukluğumuz vardı. Hayata tutunmayı, mücadele etmeyi, dostluğu, sevgiyi, küçük şeylerle mutlu olmayı o çocuklukta, oynadığımız sokak oyunlarında, hatta zaman zaman iki mahalle çocuklarının kıran kırana yaptıkları sokak savaşında öğrendik. Biz doya doya yaşadık çocukluğumuzu, vaktimizin çoğunu bilgisayar karşısında tüketmedik, cep telefonları yerine elimizde rengarenk pastel boyalarımız, sanal arkadaşlıklarımız yerine kan kardeşlerimiz, ahretliklerimiz, sevinçlerimizi, üzüntülerimizi, hasretliklerimizi yazıya döktüğümüz duygu yüklü mektuplarımız vardı. Kısaca 70’lerde çocuk 80’lerde genç olmak bambaşkaydı.
Son olarak haydi hep beraber:
Boz, barış, burnun iki karış, olmadı , önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan ebe.


Ayten
Mart 2008

22 Mayıs 2008 Perşembe

Maklube




Malzemeler :
500 gr. kuşbaşı et
4-5 patlıcan
2 su bardağı pirinç
1 kuru soğan
5-6 tane karabiber
1 tatlı kaşığı tarçın
sıvıyağ (kızartmak için)
Yapılışı :
Pirinç tuzlu sıcak suda bekletilir. Patlıcanlar tamamen soyulur, uzunlamasına yarım cm kalınlığında kesilir. Tuzlu suda acısının çıkması için bekletilir. Kağıt havlu ile kurulanıp kızgın yağda kızartılır. Et, bir bütün kuru soğan, tane karabiber ve tuz ilavesiyle haşlanır. Pişince etler süzülerek alınır, suyu da süzülerek ayrılır. Karabiber ve soğan lezzeti ete geçtiği için atılır. Orta boy bir teflon tencerenin dibine önce etler döşenir. Üzerine kızartılmış patlıcanlar dizilir. Yıkanıp süzülmüş pirinçler yayılır ve hafifçe bastırılır. Tuz ve tarçın ilave edilerek kaynatılan et suyundan 2,5 su bardağı tencerenin kenarından yavaşça dökülür. (Suyun miktarı pirince göre değişebilir.) İsteğe bağlı tereyağ ya da kuş üzümü ilave edilebilir. Kaynadıktan sonra kısık ateşte pişirilir. Demlendikten sonra servis tabağına ters çevrilir. Arzuya göre Üzerine Kabukları soyulmuş badem sıvıyağda kavrularak serpilebilir.
Afiyet olsun.

Ispanaklı Pasta




Ispanaklı Pasta

Malzemeler :
3 yumurta
1 çay bardağı sıvıyağ
1 su bardağı tozşeker
2 su bardağı un
1 su bardağı robotta çekilmiş çiğ ıspanak yaprağı
1 paket kabartma tozu
1 paket vanilya
Kreması :
2 su bardağı süt
2 yemek kaşığı un
2 yemek kaşığı tozşeker
Ayrıca;
1 su bardağı süt
1 paket kremşanti
Yapılışı :
Ispanaklar yıkanıp iyice süzdürülür ve yaprak kısımları robottan geçirilir. Yumurta ve şeker beyazlaşıncaya kadar çırpılır. Sıvıyağ, un, kabartma tozu ve vanilya eklenip çırpmaya devam edilir. Ispanaklar eklenip iyice karıştırılır ve yağlanmış kalıba dökülüp, 175 derece fırında 25-30 dakika pişirilir.
Krema malzemeleri karıştırılıp, pişirilir ve soğumaya bırakılır. Krem şanti 1 bardak soğuk sütle çırpılıp, soğumuş olan diğer krema ile karıştırılır. Kekin kenar kısımları bıçakla kesilip, çıkan kırıntılar rondodan geçirilir. (Bu kırıntılar krema döküldükten sonra pastayı süslemek için kullanılacak.)Kek ikiye kesilip, arasına krema sürülür. (Ben arasına muz koydum.) Kesilen diğer parça üzerine yerleştirilip kalan krema ve rondodan geçirilen kek kırıntılarıyla süslenir.
Afiyet olsun.

13 Mayıs 2008 Salı

İrem'in doğum günü pastası 2



İkinci partimizin pastasını, kızım İrem'in özel isteği üzerine Sindirella oyuncakları ile hazırladım. Pandispanya olarak, ıspanaklı pastayı kullandım. Ispanaklı pasta tarifi çok yakında..

İrem'in doğum günü pastası 1



Birsel'in kızı İrem'in doğum günü, hafta sonuna geldiği için bir gün önceden okulda arkadaşları ile beraber kutlandı. Pastalar annesi tarafından özenle hazırlandı. İyiki doğdun İrem.